top of page
Yazarın fotoğrafıZeynep Dilara

Merhaba, ben Zeynep Dilara


Küçükken arkadaşlarıma "Arkadaşım" diye seslenirdim, isimleriyle değil. 34 yaşında yetişkin bir insanken yeniden çocukluğuma döndüğüm, etrafımdakilere "Arkadaşım" diye seslendiğim bir deneyim yaşadım ve içimdeki çocukla iletişim kurmama yardımcı olacak bir ritüelin tam ortasında, etrafımdaki tüm diğer yetişkinler gibi, ağlamaya başladım.


O deneyimden hala etkisini üzerimde taşıdığım çok önemli keşiflerle ayrıldım. Çocukken edindiğim üç önemli araçtan ikisini çoktan unutmuştum;

Resim yapmak, şarkı söylemek. Yazmak üçüncüsüydü ve bunu hala sürdürmekteydim ancak en son ne zaman yazmanın bana mutluluk verdiği, huzur verdiği, heyecanlandırdığı bir deneyim yaşadığımı hatırlayamıyordum.


Resim yapmayı neden bırakmıştım? Neden artık şarkı söylemiyordum? Neden beni mutlu eden şeyler yazmıyordum?


O günden sonra sipariş üzerine yazarlık yapmayı bıraktım. Resim yapmaya başladım. Ama hala yeniden şarkı söylemeye başlamadım. Bir anda değil yavaş yavaş unutmuştum. Bir anda değil, yavaş yavaş hatırlayacaktım.


Yazabilirsin platformunu yarattığımdan bu yana tam 6 yaş büyüdüm. Doğduğumdan bu yana 35 yaş büyüdüm. Çocukluğuma erişkinlik, sonra yetişkinlik kattım, üst üste ekleyerek ilerledim. Hala bir erişkinim, hala bir çocuğum ve aynı zamanda yetişkinim. Hepsi hala bir arada.


Var oluşun kendisinin kabaca bizlere teslim edildiğine, incesine girmenin bizim yaşamımıza bir borcumuz olduğuna dair düşüncelerin gün geçtikçe daha da güçlendiği bu son bir kaç ayda, varlığına şükrettiğim her şeye bir adım daha yaklaşmaya, ince ince işlemeye devam etmeye ve parlattıkça parlatmaya söz verdim.


Yazabilirsin benim en yakın arkadaşım olsun istiyorum. Bunun için kendimden daha cesurca bahsetmeli, daha kişisel paylaşımlarda bulunmalıyım. Savunmasız olmalı, savunmasız kalmalıyım. Bana dair her şeyi bilmeli. Mesela bunca yıldır yazmayı nasıl öğrendiğimi Yazabilirsin ile paylaştım ama neden yazmaya başladığımı anlatmadım.


Yazmaya başladım çünkü beni dinleyecek birine ihtiyacım vardı.

Babam kendinden başka kimseyi duymayan, görmeyen biriydi, duyarsızdı. Onun gibi bir insanla yaşamını sürdürmenin yollarını arayan herkes gibi annem de kendini görülür, duyulur kılmak için sesini yükseltmeyi öğrenmiş, bunu ezberlemişti. Annem, babam tarafındna büyütülmüştü. Evlendiklerinde 18’ine yeni girmişti, aralarında 7 yaş vardı.


Okumayı ve yazmayı öğrendiğim ilk okul birinci sınıf döneminde, dedem, babannem, iki halam, halalarımdan birinin oğlu olan erkek kuzenim, erkek kardeşim, annem, babam ve ben, üç odalı bir apartman dairesinde yaşıyorduk. Ankara apartmanları büyük evlere sahiptir, geniştir, ferahtır. Yine de üç aileye yetecek kadar değil. Ama bir çocuğun kendini yapayalnız hissedebileceği kadar, içinde kaybolacağı kadar da büyüktür, büyülü gibidir böyle kalabalıklar çocuklar için, yetişkinler için daha da yalnız yerlerdir. Kendilerini unutmuş, birbirilerini görmeyi, dinlemeyi unutmuş, sürekli içinden kendisiyle konuşan insanlarla bir aradaydım. İç diyaloglarından birbirlerine kulakları hep kapalıydı ve bu yüzden paranoyası yüksek, öfkesi keskin bir girdabın içinde günden güne eserek büyüdüm. Kimseyi anlayamıyordum. Gözlemlediğim her şey birbiriyle çelişiyordu. Tutarlı tek bir şey bile göremiyordum. Kimden, neyi öğrenebilirdim?


Yalan söylüyordum, hırsızlık yapıyordum, evde olan biteni gizlice dinliyor, izliyor, beni hiç ilgilendirmeyen yaşımdan büyük meselelere kafa yoruyor, gözlemliyor, uyguluyordum: Taklit ediyordum. Annem gibi bağırıyor, babam gibi yalan söylüyor, babannem gibi dedikodu yapıyor, dedem gibi arkadaşlarımla kavga ediyor, halam gibi başkalarının sahip olduklarını kıskanıyor, özeniyordum. Sürekli ama sürekli arkadaşlarımla ve kardeşimle kavga ediyordum. Beni sakinleştirecek, dikkatimi başka bir yere çekecek hiçbir şey yoktu elimde.


Evin tabak çanakla dolu kitaplığında iki uzun sıra, seri kitap vardı;

Meydan-Larousse Büyük Lugat ve Ansiklopedi :)


Boyumun yetmediği yükseklikte sürekli tozu alınıp geri dizilen manasız bir yığın. Neden oradaydılar, ne işe yarıyorlardı, ansiklopedi neydi, nasıl okunurdu, ne işime yarardı, bilmiyordum. Evdeki kimse bilmiyordu. Kim getirip koymuştu buraya?


Babannem kapıya gelen her pazarlamacıdan ne satarlarsa satsınlar alıyordu. Kolay kandırılan biri miydi, dikkat çekmeye mi çalışıyordu yoksa dedeme olan öfkesini bu şekilde mi yansıtıyordu bilmiyorum ama varını yoğunu kapıda pazarlamacılara verdiğini biliyorum. Bu ansiklopediler de eve öyle girmişti. Alınan her şey gibi ev halkı için hiçbir anlam ifade etmiyor, sadece sergileniyordu. Çocukluğumun geçtiği ev, bir zamanların varlığının izlerini taşıyordu ama varlıklı değildi.


Şimdi bugünki görgümle geri dönüp çocukluğumun geçtiği o mekana baktığımda bana bir film seti gibi geliyor;

İçine çay doldurulmuş ithal viski şişeleri sıra sıra, bozuk ve artık çalışmayan elektronik eşyalar evin her yerinde dekor gibi sergilenmiş, kitaplar, ansiklopediler hiç açılmadan öylece durmakta, sanki içleri boş, sadece sırtları kaplanmış gibi, duvarlarda ipek dokuma halılar asılı, masada gümüş yemek takımları dizili ama sofrada doğru düzgün yiyecek bir şey yok.


Okula gidene kadar masal kitabı da görmemiştim ya da bana bir hikaye de okunmamıştı. Filmlerde insanların uçması, patlayan bir arabadan sağ çıkması, onlarca kurşun yemesine rağmen hayatta kalması, birbirini seven aşıkların birbirleri için canlarını feda etmeleri, nasıl sadece filmlerde olabilecek bir şeyse, çocukları uyurken onlara hikaye okuyan aileler de sadece filmlerde olabilecek bir şey gibiydi. Bunun olması gereken bir şey olduğunu bilmiyordum.


Kendim okumayı öğrenene kadar hiçbir kitapla ya da defterle işim olmamıştı. Daha önce sadece resim yapardım.


Tüm yaşıtlarım gibi okuma bayramı sonrası yakama kırmızı kurdelemi almış, gururla taşımış, akşam o kurdele göğsümde iğneli şekilde uyumuştum. Uyandığımda kucağımda bir hediye vardı. Açtığımda içinden bir hikaye kitabı seti çıktı. Sonradan çok araştırdım ama o kitapları hiçbir yerde bulamadım. Bütün çocukluğumu düşünürsek aldığım en pahalı, en özenli, en güzel hediye bu kitaptı. Kalın karton sayfalar, inanılmaz gerçekçi çizimleri, renkleri, el yazısı fontu...

Bir çocuk kitabı olmak için çok şıktı. Kendisi gibi kalın kartondan bir çantası vardı. O çantayı başka şeyler için de kullanabilirdim ama ben sadece kitabı taşıyordum. Valiz açıp kapatır gibi açıp kapattığın, içindeki kitabı çıkarıp okuyup geri kaldırdığın bir çanta. Bir okuma ritüelini daha nasıl özel ve özenli hale getirebilirlerdi yeni okumaya başlamış bir çocuk için bilmiyorum.


Küçük halamla aramdaki en yakın ve en değerli paylaşım da buydu. Hediyeden daha çok, o hediyeyi benim kucağıma bıraktığı anı hayal ederdim. bu içimi ısıtırdı. Düşünüyordum, uykumda kollarımı aralamış, hediyesini kucağıma yerleştirmiş, ellerimi kutuya iyice sarmıştı. Sırf uyandığımda bu özel sürprizin heyecanını yaşamam için. Üstelik bu sürpriz her şeyiyle sanki beni düşünerek planlanmıştı. İk kez ailemden birinin beni gerçekten tanıdığını hissetmiştim. Bugün biliyorum, bu benimle ilgili değildi.


Hediyesi öyle incelikliydi, sürprizi öyle özenliydi çünkü o öylesini isterdi ki kendisine alınsın, kendisine sürpriz yapılsın. Beni anlıyor değildi. Bir çocuk neye heyecanlanır, neye özenir onu kendi çocukluğunda aradığı şeylerden dolayı biliyordu ve biz birbirimize benziyorduk. Bunu o zaman görebilcek yaşta değildim. Paketi açarken gözlerim dolmuştu. Bugün hala birinin beni gerçekten anladığı hissine kapıldığımda gözlerim doluyor. Artık nasıl bir açlıksa içimdeki, anlaşılmaya dair, görülmeye, duyulmaya dair olan açlık…


İkinci sınıfa geçtiğim yazın sonunda o kitabı da çantayı da bir daha asla bulamadım.


Annem her şeyi ya atardı ya da birilerine verirdi. Benim için değerli olma ihtimali aklına gelmezdi çünkü kendisi için hiçbir şeyin değeri yoktu. Belirli bir yaşa kadar annemi kitap okuyan biri olarak hatırladım. Şimdi geri dönüp bakıyorum, onu hiç kitap okurken görmemiştim. O kitabın benim için ne kadar değerli olabileceğini anlamasını beklemeyi ve bu beklentinin hayal kırıklığını çok ilerki yaşlarımda geride bırakmayı başarabildim. Ona kızgınlığım yok ama hala çok üzgünüm. Bugün, okuduğum ilk kitabın, hediye aldığım ilk hikayenin hala elimde olmasını dilerdim, çocuklara okurdum…


İkinci sınıfın sonlarına kadar yazmak sadece ödev tamamlamak için, okul için yapılan bir şeydi benim için. Duygularını çok yoğun yaşayan bir çocuk olmak, dinlenmeyen, görülmeyen bir çocuk olmak, içi içine sığmayan bir çocuk için, kendini nereye dolduracağını bilemediği bir taşkının, selin içinde sürüklenmek gibi bir şey. Önü alınamayan coşkun bir dere gibiydim. Çok ağlardım. Her şeye ağlardım. Ama oturup yazmak, duygularımı kağıda boşaltmak aklıma gelmiyordu. Görmezseniz, olamıyorsunuz.


İkinci sınıfın sonlarında sınfı öğretmenim matematik dersi için bizlerden çok basit, dört işlem problemleri yazmamızı istedi. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme. Kardeşimin elindeki elmaları benimle paylaştığı bir problemde gereğinden fazla detaya girmiş, çok uzun bir hikaye yazmıştım. Babamın bana verdiği harçlığı nasıl değerlendireceğimi yazdığım bir problemde yine aynı şekilde aileme dair bir sürü detaya yer vermiş, ihtiyaçlarıma ve harcamalarımın engellerine dair sayısız gerekçe sıralamıştım. Yoksul bir ailenin çocuğuna alışveriş problemi çözdürmeye kalkarsanız, oturup ağlarsınız. Ama öğretmenim henüz detayları göremiyordu. Bu böyle çok uzun süre devam etti. Her bir yeni ödevde bu detaya girme işi, betimleme işi giderek ciddileşiyordu. Ama öğretmenimin fark etmesi senenin sonlarını buldu.


İkinci sınıf okuma dönemim 1997-1998 eğitim dönemine denk geliyordu. O dönem ve öncesindeki belki 2-3 sene Türkiye siyasi gündeminin belki de en kaliteli, en eğlenceli, en komik dönemleriydi. Yine bugün olduğu gibi haber saatleri meclisten halka seslenişlerle, meclis çıkışı politikacıların atışmalarıyla, haber öncesi ve sonrası televizyon programlarının çekişmeli sohbetlerle doluydu. Yine böyle bir akşam, haberler eşliğinde sofra kurulurken ödevimi hazırlıyordum. Bu defa matematik problemlerimi yani hikayelerimi siyasiler üzerinden yazmaya başladım.


Öğretmenim Orhan Eraydın benim hayatıma yön verecek şekilde etki etmiş ilk insandır. Ne kadar değerli olduğunu sonraki öğretmenlerimle yaşadığım deneyimlerin kıyasıyla ancak yıllar sonra anlayabileceğim metodolojisi vardı;

Ödevlerimizi tek tek okurdu. Çok basit geliyor ama bunu çoğu öğretmen bilmiyor. Bizlerin, hepimizin el yazısını tanırdı. Bizi tanırdı.


Dersin başında defterlerimizi toplar, bizi oyalayacak bir kaç uğraş verir, biz bir problemi çözmek, bir soruyu yanıtlamak, bir şeyi açıklığa kavuşturmak gibi şeylerle oyalanırken yani aslında pratik yaparken, defterlerimizi okudurdu. Yine böyle bir gün, kendi kendine gülmeye başladı. Kafamı kaldırıp baktığımda defterim elindeydi.


Gülüyor, tekrar okuyor, tekrar gülüyor, sonra sayfaları çeviriyor, önceden okuduklarına geri dönüyordu. Bir şey keşfetmiş gibiydi. Yüzü bir gülüyor, bir asılıyordu. Duygudan duyguya geçti. Sonra defterimi aldı ve sınıftan çıktı.


Hiçbir şey anlamamıştım. Şimdi düşünüyorum, o an ne hissettiğimi hatırlayamıyorum. Korkmuş muydum? Hata yaptığım kaygısına mı kapılmıştım? Ödevimle dalga geçildiğini mi düşünmüştüm? Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Zil çalmıştı, tenefüse çıkmıştık, tekrar zil çalmıştı, geri dönmüştük. Öğretmenimiz hala yoktu. Sınıfa bizden sonra girdi, bana doğru yürüdü, defterimi geri verdi. Gözleri ışıl ışıl, üzeri sigara kokusuyla kaplanmış, bana gülümsüyordu.


Bunca zaman öğretmenler odasında zaman geçirdiğini kokudan anlamıştım. Öğretmenler odasında dumandan göz gözü görmezdi ve Orhan öğretmen sigara içmediği için tenefüsleri bahçede yürüyüş yaparak geçirirdi. Merak ediyordum bunca zaman benim defterimle orada ne yapmıştı? Defteri verdikten sonra yüzümü sevdi ve bana “Annenle babana söyle, onları okula bekliyorum.” dedi.


Bir başka gizem daha. Neden annemle babamı görmek istiyordu? Kötü bir şey mi yapmıştım? Eğer öyleyse neden yüzümü sevmişti? Defterimle ne yapmıştı? Neye bakmıştı? Bütün ders defterimin içine bakmamak için kendimi zor tutmuştum çünkü en önde oturuyordum ve hiçbir şey yapamıyordum. Son ders zili çaldı, koşarak eve gittim. Defteri açtım, okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadım. Yazım düzgün, ödevlerim eksiksizdi. Defterim ütülenmiş gibi, en ufak bir kıvrılma bile yoktu kenarlarında ve tertemizdi.

Yani her şey olması gerektiği gibi kusursuzdu. Peki mesele neydi?


Sonradan annemden öğrendiğime göre öğretmenim yazdıklarımı çok beğenmiş, o kadar çok beğenmiş ki tek tek bütün öğretmenlere okumuş ve bu politikacılar üzerinden yazdığım matematik problemlerine dikkat ettikten sonra geri dönüp tüm diğer problemlere bakmış, benim çok iyi bir hikaye anlatıcısı olabileceğimi söylemiş.

“… bu yeteneği değerlendirmemiz lazım.”


Bana ilk defterimi Orhan Eraydın hediye etti. Sırf ödevlerim dışında bir şeyler daha yazmam için.


Bu belki de en önemli dönüşüm noktasıdır hayatımda;

Ödev dışında da yazılacak şeyler varmış. Mesela düşündüklerim, hayal ettiklerim ve hissettiklerim, bunlar yazılabilecek şeylermiş ve yazmak bana çok iyi gelecekmiş.


Neye ihtiyaç duyduğunun farkında bile olmayan bir ilkeldim, alet edindim, evrim geçiriyordum.

90’lar Türkiye’sinin çocukları olarak çok eşit bir imkansızlığı paylaşıyorduk diye düşünüyorum. İmkanlar, mahalleler, semtler, ilçeler boyunca birbirine çok benzerdi. Sadece yurt dışında akrabaları olan çocukların sahip olduğu bazı ortak ayrıcalıkların dışında, çoğumuz aynıydık. Bir başka gerçekliğin de var olduğunu anlamamız için mahallelerimizden saatlerce uzaklıktaki başka bir uca gitmek, orayı da gözlemlemek gerekirdi ki biz bunu deneyimleyemeyecek kadar küçüktük.


İlk kez hamburger yemiş bir çocuğun mahalledeki bütün çocukları etrafına toplayıp hamburgerin neye benzediğini anlattığı bir dünyadan bahsediyorum. Susamlı yuvarlak bir ekmeğin nasıl gördündüğünün, yumuşaklığının, pipetin ne olduğunun, ne işe yaradığının, mayonez ve ketçapın ambalajlanmasının ve tadının tarif edilmeye çalışıldığı bir anlatıdan bahsediyorum. Ankara’nın Demetevler semtinde, çoğunluğu anadolunun farklı illerinden göçmüş işçi ailelerin oluşturduğu bir toplulukla yaşıyordum. Başkentteydik ama herkes anadolu evinin geleneklerini, bu semtin sokaklarında sürdürürdü;

Halılar caddelerde hep birlikte yıkanır, yünler sokaklarda tüm komşular için hep birlikte sırayla çırpılır, turşu, salça, erişte gibi kışlıklar birbirlerinin evlerinde toplanarak her ev için hep birlikte yapılır, yazlık kuru sebzeler balkon demirlerine iple dizilerek kurutulur ve yaz tatilinde herkes köyüne dönerdi. Ben yalnız kalırdım.


Hiçbir arkadaşım yazmıyordu. Ödev yapmak dışında kağıtla kalemle hiç ilişkileri yoktu hatta uzun süreli tatiller sonrası el yazısının değiştiğinden, parmaklarının yazarken acıdığından bahseden arkadaşlarım olurdu. Benimse özellikle yaz tatillerinde sağ el işaret parmağımın sol içinin ikinci boğumunda kalem eziği oluşur, nasırlaşırdı. Okul döneminden daha çok yazardım yazları. Yalnızlıktan. Yaşı bana çok yakın bir kardeşim vardı, hiç anlaşamazdık. Yaşımız büyüdüğünde eskisi gibi kavga etmeyi bir yerden sonra bıraktık ama aslında o anlaşamama ve o şiddetli geçimsizlik hali çocuklukla ilgili değilmiş. Biz iki bambaşka insamışız, istesek de arkadaş olamazmışız, anlaşamazmışız. Büyüdükçe daha da net görmeye başladık.


Yalnızdım. Sürekli yazardım ve yazdığım her şey, her fırsatta evin içinde ifşa edilirdi. Aile üyelerim arasında, akrabalara, hatta komşulara. Eğer herkesten gizli yaptığım bir şey hakkında yazdıysam, öğrenildiğinde dayak yerdim. Eğer herkesten sakladığım bir hatamı itiraf ettiğim bir pişmanlık anısı yazdıysam, öğrenildiğinde alay edilirdi. Eğer ailemden birine öfkemi kusmak için yazdığım bir şeyi okudularsa yine dayak yerdim. Saygısızlığımı cezalandırmış olurlardı ama ben aslında saygısızlık yapmamak için bunu yazıya dökmekteydim. Rahatlamak için, içimi dökmek için. Haberlerde gazetecilerin ifade özgürlüğü hakkındaki tartışmalarını dinlemek bu yüzden çok komik gelirdi. Benim günlüğüm yatağımın altından alınmış, ortaya çıkarılmış okunmuş, yazdıklarım için dayak yemişim… Bunu büyüdüümde hala aynı şekilde yaşıyor mu olacaktım? Tabii ki asla ama asla gazeteci olmayacaktım. Kendime yemin etmiştim.


İlk okul dördüncü sınıfın ikinci dönemi Orhan öğretmenimden ayrıldım. Taşındık ve ben dördüncü sınıfa başka bir okulda devam ettim. Orhan Eraydın benim iki şeyi çok iyi yapacağıma inanıyordu;

Politika ve Gazetecilik. “İyi bir gözlemcisin ve ifade yeteneğin çok güçlü.” demişti. Kendisi için çok önemliydi gazeteciler ve politikacılar. Rüya öğrencisinin de onlardan biri olmasını istiyordu. Daha doğrusu bir politikacı ya da bir gazeteci yetiştirmiş olmak istiyordu. Benimle hiçbir ilgisi yoktu. Ama yine de, bu yeteneklerimi nerede kullanabileceğim konusunda haklı çıkmasa da bana kendime dair şu farkındalığı ve güveni vermişti;

“Ben iyi bir gözlemciyim ve ifade yeteneğim çok güçlü.”


Kendi kendine şarkı mırıldanan bir çocuğa yaklaşıp “Ne güzel sesin var.” diyin ve sonra izleyin. Bıkmadan usanmadan saaatlerce şarkı söyleyecektir.

Gözlemledim, gözlemledim, gözlemledim. Her şeyi gözlemledim. Sürekli yeni ifade yolları aradım, ifademi daha da güçlendirmek için yeni araçlar edinmeye başladım. Metaforları kullanmaya bu dönemde başladım. Bugün bile, eğer anlaşılmakla ilgili bir kaygım yoksa ve özellikle ne yaşadığımın anlaşılmasını istemiyorsam sadece metaforlarla yazıyorum. Anlaşılmak istediğimdeyse yazmak bu alışkanlığımdan dolayı çok güç oluyor.


Ailemin önüne kendi rızamla çıkardığım ve okumalarını talep ettiğim ilk yazı da baştan aşağı mataforlarla doluydu, doğrudan söylediğim tek bir şey bile yoktu. Bir yandan okumalarını istiyordum, bir yandan da onlara hala kendimi tamamen açacak kadar güvenmiyordum ve artık 15 yaşındaydım.


Hayatımın ikinci cenaze deneyiminden sonra yazdığım bir yazıydı bu;

Varoluşun manasını arayan, ölümün anlam ifadesini etrafında gördüğü yas pratikleri üzerinden yaratmaya çalışan küçük bir kız çocuğunun ölüme mektubu. Yazarken bile farkındaydım bu halamın kocasının ölümüyle ilgili değildi. Bu satırlar benim henüz araç edinmemişken kaybettiğim dedemin ölümüne dair çok eski düşüncelerin dışa vurumuydu. Dedem hariç ailenin tamamının bulunduğu ikinci cenaze bende bir şeyleri tetiklemişti. İlk kez ölüm hakkında yazmıştım.


Annem okumadı.

Babam okumadı. Okumadığı gibi bir de üzerine yalan söyledi. “Okudum.” dedi. O zaman bile biliyordum, bu okumamasından da kötüydü.

Kardeşim okumadı.

Anneme okuyup okumadığını sorduğumda, unuttum dedi. Sonradan okudu ve bana sadece intihar etmeyi düşünüp düşünmediğimi sordu. Hayır cevabımı aldıktan sonra “Çok şükür” dedi ve kağıdı bir kenara bıraktı. Başka tek bir kelime duymadım. Okuduğunda bir şey hissettirdim mi ona da bir şey düşündürdüm mü, bunu merak ediyordum. Yazdıklarımın onun üzerindeki etkisini merak ediyordum. Sadece yüzeye baktı, 15 yaşında ölüm hakkında yazan bir çocuk gördü ve ona dönüp “Sakın intihar falan edeyim deme.” dedi.

Bir çocukla neyin nasıl konuşulması gerektiğini, asıl bakılması gereken şeyin ne olduğunu, çocuğun asıl ihtiyacının ne olduğunu hiç bilmedi, bilemedi, hala bilmiyor.


Anlamıyordum. Onca yıldır günlüklerim elden ele dolaşmıştı, akraba ziyaretleri benim günlüklerimde yazdıklarımla şenlenmişti, cezalandırılmıştım, defterimden uzaklaştırılmıştım, gözlerimin önünde defterlerim parçalanmıştı, sadece ulu orta okunmasının yarattığı ulu orta çırıl çıplak soyundurulmuş hissinin yanında, benim için çok ciddi olan meseleler alay konusu olmuştu. Şimdi ilk kez kendi rızamla yazdıklarımı paylaşmak istediğimde de kimse oralı olmamıştı. 15 yaş kendini kırılgan, aciz ve yetersiz hissetmek için çok fazla gerekçe bulabileceğin zor bir yaş. İlk kez yazdıklarımı dışarı açmıştım ve sonrasında tamamen içime kapandım ve bir daha çok uzun yıllar yazdığım hiçbir şeyi, aileme açmadım. O güne kadar içten içe, her ne kadar kalbim kırılsa da yazdıklarımı sakladığım yerden çıkarıp okumaya hakları varmış gibi hissediyordum galiba. Çünkü beni ve yazdıklarımı merak ettiklerini düşünüyordum. Ama o gün “Madem öyle,” dedim, “… bundan sonra hiçbir yazdığımı okuyamayacaksınız!” Tam bu çıkışların yaşındaydım.


Sonradan anlamaya başladım. Sadece tabloit içeriklerle ilgileniyorlardı;

Aşık olmuş muydum? Kime aşık olmuştum? Kimin aşk acısını çekiyordum? Birine dokunmuş muydum? Biri bana dokunmuş muydu? Öpüşmüş müydüm, sevişmiş miydim, ayıp bir şey yapmış mıydım? Onlarla ilgili ne düşünüyordum? Annemden nefret ediyor muydum? Babama öfkeli miydim? Babanem annem hakkında ne demişti? Halamla babam ne konuşurken duymuştum?

Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İlk kez yazan bir insanla tanışıyorlardı. Sadece magazin ekleri okuyan, siyasi gündemle dedikodu seviyesinden ilgilenen, komşularıyla bir araya geldiğinde sadece dedikodu yapan, okumayan, yazmayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir ailede yazan bir çocuk olmak çok ağır bir yük. Kendisini yaratıcı araçlarla ifade etmeye çalışan her çocuk için bu çok ağır bir yük. Bu Aynı şeyleri hisseden bir yetişkin için de çok ağır bir yük. Bu ağır bir yük.


Yazmaya devam etmekten başka hafifletici hiçbir şey bulamamıştım. Yazdıkça yazdım. Yıllar geçti, otuzlu yaşlarımı geçtim, hala yazmaktan daha kurtarıcı bir yol bilmiyorum. Hesaplamak mümkün olsa, biliyorum, eminim ki konuştuğumdan daha çok yazmışımdır. Bugün hala sözlü ifadem ne kadar gelişmiş olursa olsun, asla yazdığım gibi konuşamam. Yazılı ifadem her zaman varlığımın en özgün, en zengin ifadesi olacak biliyorum.


Buna rağmen kişisel yazılarımı dışarıya açmak, başkalarıyla paylaşmak benim için çok yeni bir deneyim. Yazmayı öğrendiği andan itibaren durmaksızın yazmış bir insan için belki de çok geç ve bunun nedeni bugün çok aşikar. Okuyucuya çok erken yaşlarda kırılmıştı.


Bugün, yazmak dışında kutsal gördüğüm başka hiçbir uğraşım yok. Geri kalan her şey birer meslek, birer uzmanlık, birer geçim kaynağı. Bir yıl öncesine kadar yazarlık da benim için bir meslekti ama artık yazmak, yazabilmek benim için büyü gibi bir şey. Olağanüstü bir şey. Yönetmenliği herkes yapabilir, eğitmenliği herkes yapabilir, danışmanlığı herkes verebilir ya da herkes yapımcı olabilir. Ama herkes yazamaz. Bana dair en kutsal, en yegane şey bu ve bu büyü, daha büyük bir şeye hizmet etmedikçe, yazdıklarımı ortaya çıkarmayı düşünmüyorum;

Ne bir kitap, ne bir senaryo, ne bir şiir, ne bir şarkı…


Yaşamımın erken yaşlarında kendim için, kendimi kurtarmak için yazdım. Bugün her kim olduysam bu yazan bir çocuk, yazan bir genç, yazan bir insan olduğum için oldu. Bakışım değişti, görüşüm değişti, duyuşum değişti, anlayışım değişti, farkındalığım arttı, duyarlı bir insana dönüştüm ve bu sesle yazdım, yazdıklarım bana seslendi, birbirimizi büyüttük. Şimdi artık kendimden daha büyük bir şey için yazmak istiyorum.


Zeynep Dilara








352 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 comentário


Mehmet Aydemir
Mehmet Aydemir
19 de dez. de 2023

Sevgili Zeynep Dilara,


Yaşam, hayat veya ömür dediğin, koca bir evrimleşme sürecinin bölümleridir. İnsan denen varlık beş duyusu ve hisleriyle bunu taçlandırır.

Taçlandırır derken kastım, yaşar ve ona şekil verir. Üretir hatta onu adlandırır.

Hayallerimiz bile aslında arayışında olduğumuz öğrenme sürecidir. Ama biz onları fark etmeyiz.

Her varlık içine doğduğu koşulun eksik olduğunu düşünür. Neden mi? Aradığı tam onun karşıtıdır. Çünkü sahip olmadığıdır.

Sevgili Zeynep, YARATIM; tanrı kadar bizimde içimizde bulunan özel bir güçtür. Bizler sadece bu gücü kullanmaktan korkarız.

AN en yalın ve en mükemmmel hali ile sana fırsat tanıyor. Adı: YAŞAM veya HAYAT sen nasıl adlandırıyorsan. Ben VAR OLUŞ biyorum. Varım öyle ise yaratım yapmayı seviyorum.

Yaratım derken iyi kötü diye ayırmıyorum. Hepsi bir cosmosun içindeki ihtimallerin dışa…


Curtir
bottom of page